Bankadan kullandığı konut kredisine bağlı olarak hayat sigortası yaptıran murisin vefatı üzerine krediden bakiye kalan kısmın hayat sigortasından karşılanması temini istemi.

Şubat Ayında Bilişim Hukuku Alanında Neler Oldu Dersiniz?
15 Haziran 2020
Hakaret suçundan şüpheli hakkında verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın kabulü ile kararın kaldırılmasına ilişkin kararın, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulması talebi
15 Haziran 2020

Bankadan kullandığı konut kredisine bağlı olarak hayat sigortası yaptıran murisin vefatı üzerine krediden bakiye kalan kısmın hayat sigortasından karşılanması temini istemi.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 2015/34341 E. 2017/12596 K. K. Tarihi: 18.12.2017 Mahkeme : Tüketici Mahkemesi Konu : Bankadan kullandığı konut kredisine bağlı olarak hayat sigortası yaptıran murisin vefatı üzerine krediden bakiye kalan kısmın hayat sigortasından karşılanması temini istemi.

ÖZET: Davacılar, miras bırakanları…’ın davalı bankadan konut kredisi kredisi kullandığını, davalı bankadan konut kredisine bağlı olarak … sigortası yapıldığını, murislerinin 17.03.2010 tarihinde vefat ettiğini, krediden bakiye kalan kısmın, … sigortasından karşılanması yönündeki taleplerinin davalı bankaca, muris tarafından 2010 yılı için … sigortası yaptırılmadığı gerekçesiyle, reddedildiği bu nedenle bakiye taksitleri ödemek zorunda kaldıklarını, kredinin banka tarafından re’sen yenilenmediği gibi, yenilenmesi konusunda bir bildirimde de bulunulmadığını, ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, tazminatın faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemişlerdir.

KARAR: Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacılar avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:

Davacılar, miras bırakanları…’ın davalı bankadan konut kredisi kredisi kullandığını, davalı bankadan konut kredisine bağlı olarak … sigortası yapıldığını, murislerinin 17.03.2010 tarihinde vefat ettiğini, krediden bakiye kalan kısmın, … sigortasından karşılanması yönündeki taleplerinin davalı bankaca muris tarafından 2010 yılı için … sigortası yaptırılmadığı gerekçesiyle reddedildiği bu nedenle bakiye taksitleri ödemek zorunda kaldıklarını, kredinin banka tarafından re’sen yenilenmediği gibi, yenilenmesi konusunda bir bildirimde de bulunulmadığını, ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, şimdilik 2.500,00 TL tazminatın faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemişlerdir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar, tarafından temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacıların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddi gerekir.

Davacılar murisi… 27.04.2006 tarihinde 120 ay vadeli, 35.000.00 TL’lik konut kredisi kullandığı, murisin 17.03.2010 tarihinde öldüğü, kredinin kullanımı sırasında 2006-2009 dönemi için bir kez … sigortasının yapıldığı,üç yıllık sigortanın bitiminde sigortanın davalı banka tarafından yenilenmediği, dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Uyuşmazlık üç yılık kredi … sigortasının bitiminde bankanın sigortayı yenileme ve sigortalıya bildirimde bulunma yükümlülüğünün bulunup bulunmadığı noktasındadır. Uyuşmazlıkla ilgili mevzuat ve sözleşme hükümleri incelendiğinde; 17.1.2009 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak, 1.2.2009 tarihinde yürürlüğe giren, “Bireysel Kredilerde Bağlantılı Sigortalar uygulama Esasları Yönetmeliği”nin “Amaç” başlıklı bölümünde, “Bu Yönetmeliğin amacı, kredi kuruluşları tarafından verilen kredilerle bağlantılı olan zorunlu ve ihtiyari sigorta ürünlerinin sunumunda birlik ve güvenilirliği sağlamak, sigorta ettirenlerin, sigortalıların ve lehdarların hak ve menfaatlerini korumak ve verilecek hizmete ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.” denilmekte, “Kapsam” başlıklı bölümünde ise, “Bu Yönetmelik, Türkiye’de faaliyet gösteren her türlü kredi kuruluşunun sağladığı kredilerle bağlantılı yaptırılan ihtiyari ve zorunlu sigortaları ve bu sigortalar dahilinde verilecek teminatları kapsar.” denildikten sonra aynı Yönetmeliğin “İhtiyari Sigortalar” başlığında düzenlenen, 6. maddesinin 2. fıkrasında da, “İhtiyari sigortalarda, kredi süresi içerisinde yenileme sorumluluğu kredi kullanana, yenilemeye ilişkin bildirim yapma ve bilgilendirme sorumluluğu ise kredi kuruluşuna aittir.” denilmektedir. Kredi sözleşmesi nedeniyle … sigortası yapılmasındaki amaç, Banka yönünden kredi borcunun teminat altına alınması olduğu kadar, belli bir prim borcu getirmekle birlikte, sigortalının da bunda menfaatinin olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle uyuşmazlığın çözümünde, her iki tarafın da hak ve menfaatlerinin gözetilip korunması esas alınmalıdır. Nitekim, kredi sözleşmeleriyle bağlantılı sigortaların yapılması halinde sigorta ettirenlerin, sigortalıların ve lehdarların hak ve menfaatlerinin korunması amacıyla çıkarılan, “Bireysel Kredilerde Bağlantılı Sigortalar Uygulama Esasları Yönetmeliği”, 17.1.2009 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak, 1.2.2009 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Kredi süresi içerisinde sigorta poliçesini yenileme sorumluluğu kredi kullanana ait olmakla birlikte, yenilemeye ilişkin bildirim yapma ve bilgilendirme sorumluluğunun da kredi veren Bankaya ait olduğunun kabulü gerekir. Somut olayda, davalı Bankanın, 28.04.2009 tarihinde sona eren davacının murisine ait kredili … sigortasının yenilenmesi için en azından muhatabına bildirim yapmak suretiyle kredi borçlusunu konu ile ilgili bilgilendirmesi, asgari özen yükümlülüğünün bir sonucu olduğu gibi, Medeni Kanun’un 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kurallarının da bir gereğidir. Bu nedenle davacının uğradığı zarar nedeniyle tarafların müterafık kusurlu oldukları sonucuna varılmalıdır. O halde mahkemece davacıların murisinin ve davalı bankanın kusur oranları takdir edilerek, sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davacıların sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci bentte açıklanan nedenlerle kararın davacılar yararına BOZULMASINA, HUMK’nun 440/III-1 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 18/12/2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 18. Hukuk Dairesi
2017/2036 E. 2017/9994 K.
K. Tarihi: 2.10.2017
Mahkeme: Sulh Ceza Hakimliği
Konu: Hakaret suçundan şüpheli hakkında verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın kabulü ile kararın kaldırılmasına ilişkin kararın, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulması talebi.

ÖZET: Şüphelinin, Twitter isimli sosyal paylaşım sitesindeki hesabı üzerinden şikayetçiye yönelik hakaret içerikli paylaşımda bulunduğu iddia edilen somut olayda, müştekinin yurt dışında yaşadığının bilinmesi ve şikayete konu hakaret suçunda eylemin müştekinin bulunduğu yerde işlenmiş kabul edileceğinin anlaşılması karşısında, şüpheliye isnad edilen suçun Türk vatandaşı tarafından yabancı bir ülkede Türk vatandaşı aleyhine işlenen suç niteliğinde olduğunda 5237 sayılı Kanun’un yer bakımından uygulanması.

KARAR: Hakaret suçundan şüpheli … hakkında yapılan soruşturma evresi sonucunda İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nca verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın kabulü ile kararın kaldırılmasına ilişkin Sulh Ceza Hakimliğinin kararının, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın tebliğnamesiyle dava dosyası Dairemize gönderilmekle incelendi:

İstem yazısında: “Dosya kapsamına göre; şüphelinin, Twitter isimli sosyal paylaşım sitesindeki hesabı üzerinden şikayetçiye yönelik hakaret içerikli paylaşımda bulunduğu iddia edilen somut olayda, müştekinin yurt dışında yaşadığının bilinmesi ve şikayete konu hakaret suçunda eylemin müştekinin bulunduğu yerde işlenmiş kabul edileceğinin anlaşılması karşısında, şüpheliye isnad edilen suçun Türk vatandaşı tarafından yabancı bir ülkede Türk vatandaşı aleyhine işlenen suç niteliğinde olduğu, 5237 sayılı Kanun’un yer bakımından uygulanmasına dair 11. maddesinde “ (1) Bir Türk vatandaşı, 13 üncü maddede yazılı suçlar dışında, Türk kanunlarına göre aşağı sınırı bir yıldan az olmayan hapis cezasını gerektiren bir suçu yabancı ülkede işlediği ve kendisi Türkiye’de bulunduğu takdirde, bu suçtan dolayı yabancı ülkede hüküm verilmemiş olması ve Türkiye’de kovuşturulabilirliğin bulunması koşulu ile Türk kanunlarına göre cezalandırılır. (2) Suç, aşağı sınırı bir yıldan az hapis cezasını gerektirdiğinde yargılama yapılması zarar görenin veya yabancı hükûmetin şikâyetine bağlıdır. Bu durumda şikâyet, vatandaşın Türkiye’ye girdiği tarihten itibaren altı ay içinde yapılmalıdır.” şeklinde hükme yer verildiği, 11/2. maddesindeki düzenlemeden de anlaşılacağı üzere bu nitelikteki suç yönüyle Türk Ceza Kanunlarına göre soruşturmanın yapılabilmesi için şikayetçinin Türkiye’ye girdiği tarihten itibaren altı ay içinde şikayette bulunmasının zorunlu olduğu, müşteki vekili tarafından genel vekaletnameye dayanılarak yapılan müracaatta şikayet şartının gerçekleşmediği gözetilerek, itirazın reddi yerine, yazılı şekilde kabulü ile kaldırılmasına karar verilmesinde isabet görülmemiştir.” denilmektedir.

Hukuksal Değerlendirme; CMK’nın 160. maddesinin 1. fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hali öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.” 2. fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.” 170. maddesinin 2. fıkrasında, “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet Savcısı, bir iddianame düzenler.” 172. maddesinin 1. fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verir.” hükümleri düzenlenmiştir. Aynı Kanun’un 6545 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonraki “Cumhuriyet savcısının kararına itiraz” başlıklı 173. maddesinde ise; “(3) Sulh ceza hâkimliği, kararını vermek için soruşturmanın genişletilmesine gerek görür ise bu hususu açıkça belirtmek suretiyle, o yer Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan talepte bulunabilir; kamu davasının açılması için yeterli nedenler bulunmazsa, istemi gerekçeli olarak reddeder; itiraz edeni giderlere mahkûm eder ve dosyayı Cumhuriyet savcısına gönderir. Cumhuriyet savcısı, kararı itiraz edene ve şüpheliye bildirir. (4) Sulh ceza hâkimliği istemi yerinde bulursa, Cumhuriyet savcısı iddianame düzenleyerek mahkemeye verir.” hükümleri yer almaktadır. Soruşturma evresinin asıl yetkilisi olan Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez ceza yargılamasının temel amacı olan maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için soruşturmaya başlayacaktır. Bir fiilin işlendiği haberinin alınması üzerine, suçu takibe yetkili makamlar tarafından derhal hazırlık soruşturmasına başlanmasını ifade eden ilkeye “araştırma mecburiyeti ilkesi”; hazırlık soruşturmasının neticesinde fiilin takibini gerektirecek hususlarda fiilin ve failin belli olması, yeterli emareler teşkil edecek vakıaların bulunması, başka bir ifade ile, şüphelerin ciddi olduğunun tespit edilmesi ve dava şartlarının gerçekleşmiş olması durumunda, yetkili makam tarafından kamu davasının açılmasını ifade eden ilkeye ise “kamu davasını açma mecburiyeti ilkesi” denilmektedir. Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 13. maddesi uyarınca da, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen kimselere etkili bir başvuru yapma hakkı tanınması zorunlu olup, anılan hükmün uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, (Örn: Vilko E. – Finlandiya kararı 2007; Sürmeli – Almanya kararı 2006) etkili başvuru yolunun hem teoride, hem pratikte erişilebilir, yeterli ve etkili olması gerektiği belirtilmektedir. TCK’nın 125/1. maddesinde; “(1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.” düzenlemesi bulunmakta, Ceza Genel Kurulu’nun 14.10.2008 gün ve 170-220 sayılı kararında da belirtildiği üzere; hakaret fiilinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığı olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek şeklindeki seçimlik hareketlerden biri ile gerçekleştirilen eylem, bireyin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte ise hakaret suçu oluşacaktır. Bir hareketin tahkir edici olup olmadığı, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kişilere yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir.

İnceleme konusu somut olayda; şüpheli hakkında, twitter isimli sosyal paylaşım sitesinde, yaptığı bir paylaşım ile müştekiye hakaret ettiği iddiası ile yapılan soruşturma neticesinde kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş, yapılan itiraz üzerine mercii tarafından itiraz kabul edilerek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar kaldırılmıştır.

Öncelikle belirtilmelidir ki, paylaşımda yer verilen ifadelerin rahatsız edici olduğu açık bir şekilde anlaşılmakla birlikte, paylaşımlarda yer alan ifadelerin Anayasa, AİHS ve AİHM içtihatlarında özel bir önem atfedilen, ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilmesi gerekmektedir.

İnsanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, savunabilmesi ve yayabilmesi olarak kabul edilen, ifade özgürlüğü demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır.

Anayasa’nın 26. maddesinde, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun yanında, bu hak, birçok uluslararası belgeye ve mahkeme kararına da konu olmuştur. Türkiye’nin de yargılama yetkisini kabul ettiği AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 10. maddesinin 2. paragrafı saklı tutulmak üzere, ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız veya ilgisiz kabul edilen “bilgi” ve “fikirler” için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu pek çok kararında yinelemiştir. AİHM’e göre ifade özgürlüğü, yokluğu halinde “demokratik bir toplum”dan söz edemeyeceğimiz çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir. Bununla birlikte, ifade özgürlüğü de mutlak ve sınırsız değildir. Bu hak kullanılırken bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal edecek tutum ve davranışlardan kaçınılması hem ulusal hem de uluslar arası mevzuatlarda yer almaktadır.

Nitekim Anayasa’nın 26. maddesinde koruma altına alınan ifade özgürüğü, aynı maddenin ikinci fıkrasında belirtilen sebeplerle sınırlandırılabilir. Dolayısıyla anılan madde ile Anayasanın 13. maddesine göre, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir ve demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve özgürlüklerin özlerine de dokunamaz. Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafı, kamu makamlarının bu özgürlüğün kullanılmasına getirebilecekleri sınırlama rejimini düzenlemektedir. Önemine binaen, ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler çok istisnai hallerde kabul görmekte ve Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafının öngördüğü sınırlama kayıtları dar yorumlanmaktadır. Bu nedenle, bir kamu makamının ifade özgürlüğüne yaptığı “müdahalenin gerekliliği” mutlaka ikna edici bir şekilde açıklanmalıdır. Sözleşme’nin anılan maddesinde, belirtilen “gerekli” olma koşulu, müdahalenin bir ‘toplumsal ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu kriterleri yerine getirdiği ve dolayısıyla haklı olduğu, ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olmasıyla anlaşılabilecektir. Gerek Anayasa gerekse Sözleşme hükümlerine uygun davranılmaması, devletin pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket etmesi anlamına gelebilecektir. Zira, negatif yükümlülük kapsamında yetkili makamlar, zorunlu olmadıkça ifadenin açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı; pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili korunması için gereken tedbirleri almalı ve denge unsurunu sağlamalıdırlar. Aksi takdirde AİHM, kişinin şeref ve itibarının haksız bir saldırı altında olmasına rağmen ulusal mahkemeler tarafından gereken ölçüde korunmadığı gerekçesiyle AİHS’nin 8. maddesi açısından ihlal kararı verebilmektedir. Zira AİHM açısından, başvuranların özel hayata saygı hakkı ve ifade özgürlüğü eşit derecede önemlidir. Denge unsurunun sağlanmasında içtihatlara göre göz önünde bulundurulması gereken temel ilkeler ise, başvuruya konu ifadelerin kamu yararına ilişkin tartışmaya katkısı, ifade sahibinin tanınırlığı ve daha önceki tutumları, ifadenin içeriği, şekli ve etkileridir. AİHM, birçok içtihadında Sözleşme’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir. Bu anlamda, AİHM içtihatlarında, basın, toplumun sözcülerinden biri olarak kabul edilmekte ve herkesin kamuoyunu ilgilendiren bilgileri edinme hakkı bulunduğu düşüncesiyle, kamuoyunu ilgilendiren konulara dair bilgi ve fikirleri vermeyi sağlayan basın özgürlüğüne ayrı bir önem atfedilmektedir.

AİHM’e göre, öncelikle ifadelerin bir olgu isnadı mı yoksa değer yargısı mı olduğu belirlenmelidir. Zira olgu isnadı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi dahi ifade özgürlüğüne müdahale sayılabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadeler eğer bir değer yargısı içermekte ve somut bir olgu isnadından bahsedilemeyecekse, değer yargılarını destekleyecek ‘yeterli bir altyapının’ mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının dahi belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Öte yandan, hiçbir veriye dayanmayan ve hiçbir altyapısı bulunmayan bir değer yargısı AİHM tarafından da ifade özgürülğü sınırları içerisinde kabul görmemektedir. Olgu isnadı içeren ifadeler konusunda ise, en azından ilk bakışta güvenilir görünen delil sunulması gerektiği kabul edilmektedir. Elbette ki, bu deliller sunulamadığı takdirde, AİHM, iddiaların gerçekliğinin kanıtlanmasını beklemektedir.

Basında yayınlanan bilginin tüm yönleri ile doğruluğunun ortaya koyulması gerekmez. Thorgeir Thorgeirson/İzlanda davasında başvuranın mahkûmiyeti, polis şiddetine ilişkin iddiaların gerçekliğini ortaya koyamamasına dayanmaktadır. AİHM, başvurucuyu sert bir dille dile getirdiği bazı iddiaların doğruluğunu ortaya koyma yükünden muaf tutmuştur. AİHM’e göre, başvurucu başkaları tarafından söylenenleri haberleştirmiştir. Bu nedenle, iddiaların içeriği ile ilgili olarak sorumlu görülmemiştir. Ayrıca iddiaların tamamen asılsız olduğu da ortaya koyulamamıştır. Ayrıca, başvurucunun amacı polisin itibarına zarar vermek değil, Adalet Bakanlığını polis şiddetine ilişkin iddialarla ilgili bir soruşturma başlatmaya sevk etmektir (Thorgeir Thorgeirson/İzlanda, 13778/88, 25.06.1992)

Gerçek dışı olgulara dayalı iddia olarak nitelenen açıklamalar bakımından AİHM, başvurucuların bu tür ifadelerin ortaya konulmasından ve yayınlanmasından sorumlu olup olmadıklarını ve bu tür bilgilerle diğer kişileri aldatmayı amaçlayıp amaçlamadıklarını dikkate almaktadır. Lingens/Avusturya davasına konu olan olayda ise, Avusturya’da 1975 yılında yapılan seçimlerden sonra, bir gazeteci olan başvuran Lingens, geçmişinde Nazi faaliyetleri bulunan bir siyasetçi ile koalisyon kuracağını açıklayan Federal Şansölye Bruno Kereiski’yi eleştiren yazılarında, “ahlaksızca”, “yüz kızartıcı”, “en adi türden fırsatçılık” ifadelerine yer vermiştir. Başvuranın para cezasına mahkum olduğu bu davada AİHM, politikacıların kendilerine yöneltilen ağır eleştirilere tahammül etmek durumunda olduğunu vurgulamış ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna varmıştır. AİHM, içtihatlarını tekrar ederek, siyasetçilerin eleştirilere özel kişilerden daha fazla hoşgörü göstermesi gerektiği ilkesine dayanmış ve mahkûmiyetin ifade özgürlüğüne orantısız bir müdahale oluşturduğuna hükmetmiştir. Hararetli siyasi tartışmaların yaşandığı bir arka plan ışığında, başvurucunun açıklamaları, saldırgan olmakla birlikte hakaret niteliğinde görülmemiştir (Lingens/Avusturya, 9815/82, 08.07.1986) Sonuç olarak, şüpheli tarafından kullanılan ifadeler somut bir fiil ya da olgu isnat etmek şeklinde kabul edilemezler. Soruşturmaya konu ifadeler, söylendiği yer ve zaman unsurları da gözetildiğinde müştekinin onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmayıp, kaba söz ve eleştiri niteliğindedir. Aksi düşünce, suçla korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına gelebilecektir. Bu itibarla, hakaret suçunun unsurlarının somut olayda oluşmadığı anlaşıldığından kovuşturmaya yer olmadığına dair karar sonucu itibariyle yerinde olup, mercii tarafından verilen itirazın kabulü kararı hukuka aykırı bulunmuştur.

Sonuç ve Karar: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın düzenlediği tebliğnamedeki düşünce farklı gerekçeyle yerinde görüldüğünden,

Sulh Ceza Hakimliğinin kararının, 5271 sayılı CMK’nın 309.maddesi uyarınca BOZULMASINA, aynı kanun maddesinin 4-a fıkrası gereğince, sonraki işlemlerin itiraz mercii tarafından mahallinde tamamlanmasına, 02.10.2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


Danıştay 15. Daire Başkanlığı
2016/8968 E. 2017/4332 K.
K. Tarihi: 12.9.2017
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: İdare Mahkemesi’nin kararının hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek temyizen incelenerek bozulması istemi.

ÖZET: Davalı idarenin, yolcu taşımacılığı yetki belgesi almak için ibrazı zorunlu belgeler arasında sayılan ”Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası” ile ”Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası” poliçeleri olmadan yetki belgesinin verilmesi ve denetim görevini yerine getirmemesi nedeniyle kusurlu olduğu gerekçesiyle, bedeni zarar gören hak sahiplerine davacı tarafından ödenen 284.578,00-TL tazminatın idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalı idare tarafından davacıya ödenmesine karar verilmesi.

KARAR: Karar veren Danıştay Onbeşinci Dairesi’nce; tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip dosyadaki belgeler incelenerek gereği görüşüldü: Dava; Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası ile Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası Poliçesi bulunmayan dava dışı …’ a ait … plakalı aracın, 15.02.2009 tarihinde Gaziantep İli’nden Şanlıurfa İli Birecik İlçesi istikametine gitmekte iken yaptığı kazada hayatını kaybeden … ve …’ın yakınlarına ödenen 284.578,00-TL tazminatın; Karayolu Yolcu Taşımacılığı Yönergesi’nde yolcu taşımacılığı yapanların (Y) türü yetki belgesi almalarının ve bu kapsamda 2918 ve 4925 sayılı Kanunlardaki sigortaların yapılmasının zorunlu olduğu, kaza yapan araca 06.04.2007 tarihinde 5 yıl süre ile geçerli (Y) türü yetki belgesi verildiği, sigortasız aracın yolcu taşımacılığı yapmasının davalı idare tarafından denetlenmediği ve engellenmediğinden, hizmet kusuru nedeniyle uğranılan zarardan sorumlu bulunduğu ileri sürülerek 284.578,00-TL’nin idareye başvurma tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte rücuen tazmini istemiyle açılmıştır.

İdare Mahkemesi’nce; davalı idarenin, yolcu taşımacılığı yetki belgesi almak için ibrazı zorunlu belgeler arasında sayılan ”Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası” ile ”Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası” poliçeleri olmadan yetki belgesinin verilmesi ve denetim görevini yerine getirmemesi nedeniyle kusurlu olduğu gerekçesiyle, davanın kabulü ile bedeni zarar gören hak sahiplerine davacı tarafından ödenen 284.578,00-TL tazminatın idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalı idare tarafından davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

Davalı tarafından, anılan İdare Mahkemesi kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. T.C. Anayasasının 125. maddesinin 1. fıkrasında; “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır….” denilmiş ve maddenin son fıkrasında da, “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” kuralı getirilmiştir. Kamu idareleri, yapmakla yükümlü bulundukları kamu hizmetlerini gereği gibi yerine getirmek ve hizmetin yürütülmesi sırasında gerekli önlemleri almakla yükümlüdürler. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi (hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi) durumunda, hizmet kusurundan doğan zararların idarece tazmini gerekeceği idare hukukunun yerleşik ilkelerindendir. Öte yandan, idarenin, hizmet kusuru nedeniyle sorumlu tutulabilmesi için tek başına hizmet kusurunun varlığı yeterli olmayıp, bunun yanında idari işlem veya eylemden bir zarar doğmuş olması ve idari eylem veya işlemle zarar arasında bir illiyet bağının kurulabilmesi gerekmektedir. Zararla idari faaliyet arasında nedensellik bağının kurulamadığı durumlarda idarenin tazmin yükümlülüğü ortadan kalkar. Zararla eylem arasında illiyet bağının mevcut olması, zararın eylemin bir neticesi olarak ortaya çıkması, yani eylem olmadan zararın meydana gelmeyeceğinin kesin olarak bilinmesidir. Hiçbir hukuk düzeni mantık yasalarına göre mevcut olmayan illiyeti yaratamaz. Mantık bakımından bir illete sonsuz zincir halinde neticeler bağlamak mümkün ise de hukuki netice olarak zararın tazmin sorumluluğunun kabulü için, bu sebebe illi olarak bağlanan neticeler silsilesinin içinde hangi kesimin gerekli ve yeterli olacağını belirlemek yine hukuk düzeninin görevidir (Tandoğan Haluk, Mesuliyet, s.74). Bir sebep genel hayat tecrübelerine ve olayların normal akışına göre, somut olayda meydana gelen türden bir sonucu doğurmaya niteliği itibariyle elverişli değil veya elverişli olmakla birlikte ortaya çıkan başka bir sebeple arka plana atılmışsa, uygun olmayan illiyet (elverişsizlik, uygunsuzluk) söz konusu olur. Uygun olmayan illiyet bağı iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, ”uygunluğun yokluğu”, ikincisi ise ”uygunluğun kesilmesi”dir. Uygunluğun yokluğunda, sebep somut olayda gerçekleşen zararlı sonucu doğurmağa niteliği itibariyle elverişli olmakla birlikte, ortaya çıkan yeni bir sebep, ilk sebebi arka plana atmış, onu somut olayda elverişsiz hale getirmiştir. Üçüncü kişinin kusur yoğunluğunun, ilk sebebin arzettiği yoğunluktan daha ağır olduğu durumlarda, illiyet bağının kesildiği doktrin ve içtihatlarda kabul edilmektedir. (Prof. Dr. Fikret Eren:Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 17. Baskı; sh. 555). 5684 sayılı Sigortacılık Kanununun “zorunlu sigortalar” başlıklı 13. maddesinin üçüncü fıkrası “Bir faaliyetin icrası ya da bir şeyin kullanılması için izin veya ruhsat vermeye veya bunları denetlemeye yetkili merciler ile ikinci fıkra uyarınca belirlenen kurum ve kuruluşlar; yürütecekleri iş ve işlemlerde, yapılması zorunlu sigortaların geçerli teminat tutarları dâhilinde yaptırılıp yaptırılmadığını araştırmakla yükümlüdür. Bu kurum ve kuruluşlar ile izin veya ruhsat vermeye ve denetlemeye yetkili mercilerce, geçerli teminat tutarında sigorta yapılmamış olduğunun tespiti halinde işlem yapılmaz. Geçerli teminat alınana kadar sigortalının zorunlu sigortaya konu teşkil eden faaliyeti yetkili merciler tarafından durdurulur.” hükmünü amirdir. 4925 sayılı Karayolu Taşıma Kanunu’nun 5. maddesinde, taşımacılık yapılabilmesi için Bakanlıktan yetki belgesi alınmasının zorunlu olduğu hükme bağlanmış; 2. maddesinde; “İl sınırları içerisindeki taşımalar ile yüz kilometreye kadar olan şehirlerarası taşımaların düzenlenmesi il ve ilçe trafik komisyonları ile işbirliği yapılmak suretiyle ilgili valiliklere, belediye sınırları içerisindeki şehiriçi taşımalar belediyelere bu Kanuna göre düzenlenecek yönetmelik esasları dahilinde bırakılabilir.” hükmü getirilmiş; 18. maddesinde, “Taşımacılar, yolcuya gelebilecek bedenî zararlar için bu Kanunun 17 nci maddesinden doğan sorumluluklarını sigorta ettirmek zorundadır…” hükmüne yer verilmiştir. Bu Kanun hükümleri doğrultusunda hazırlanan Karayolu Taşıma Yönetmeliğinin “Yetki belgelerinin süresi” başlıklı 16. maddesinde; “Bu Yönetmelik kapsamında verilen ve yenilenen yetki belgelerinin süresi 5 yıldır” hükmüne; 48. maddesinde; “Bu Yönetmelik kapsamındaki yolcu taşımalarında; Kanunun 18 inci maddesinde tanımlanan Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası ile 5684 sayılı Sigortacılık Kanununa dayanılarak çıkarılan Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası yaptırılması zorunlu olan sigortalardır.” ifadelerine, 49. maddesinde, “Taşıt belgelerinde kayıtlı özmal ve sözleşmeli tüm taşıtları için Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası ve Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası yaptırmayan yetki belgesi sahipleri yolcu taşımacılığı yapamaz.” ifadelerine yer verilmiştir. Aktarılan düzenleme uyarınca mevzuata uygun taşımacılık faaliyeti yapılabilmesi için araç sahiplerinin yetki belgesi almaları zorunlu olup, davalı idarenin 5 yıl süre ile düzenleyeceği söz konusu belgenin verilmesi esnasında araç sahiplerinin yaptırmaları zorunlu sigortaların geçerli teminat tutarları dâhilinde yaptırılıp yaptırılmadığını denetlemekle yükümlü olduğu kuşkusuzdur. İdarenin bu yükümlülüğe aykırı hareket etmesinin hizmet kusuru oluşturduğunda şüphe yoktur. Ancak, böyle bir hizmet kusurunun davaya konu türden bir zarara yol açıp açmadığının, başka bir ifade ile idarenin kusurlu eylemi ile uğranılan zarar arasında illiyet bağının bulunup bulunmadığının tespiti bakımından ilgili mevzuat hükümlerinin irdelenmesi gerekli görülmüştür.

Karayolları Trafik Kanunun 85. maddesi “Bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, motorlu aracın bir teşebbüsün unvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüsün sahibi, doğan zarardan müştereken ve müteselsilen sorumlu olurlar.” Aynı yasanın 88. maddesinde ise “Bir motorlu aracın katıldığı bir kazada, bir üçüncü kişinin uğradığı zarardan dolayı, birden fazla kişi tazminatla yükümlü bulunuyorsa, bunlar müteselsil olarak sorumlu tutulur.” düzenlemesi ile motorlu araçların işletilmesi neticesi üçüncü kişinin zarar görmesi durumunda o aracın işleteni, aracın sürücüsü ve varsa teşebbüs sahibinin müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğu ayrıca birden fazla kişinin zararı tazminat ile yükümlü olması durumunda zarar görene karşı müteselsil sorumlu oldukları belirtmiştir.

Yine aynı Kanunun 90. maddesinde; maddi tazminatın biçimi ve kapsamı ile manevi tazminat konularında Borçlar Kanununun haksız fiillere ilişkin hükümlerinin uygulanacağı; 91. maddesinde de; işletenlerin, bu Kanunun 85 inci maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmalarının zorunlu olduğu kuralına yer verilmiştir. Bilindiği üzere mali sorumluluk sigortaları birer yıllık periyotlarla yapılmaktadır. Taşımacılık faaliyetinde bulunmak için idareye başvuruda bulunan bir kimseye 5 yıl süreyle yetki belgesi düzenlenirken motorlu taşıtın ilk yıla ait Zorunlu Karayolu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortasının ve Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortasının teminat tutarları dâhilinde yaptırılıp yaptırılmadığını denetlemek, sigorta yaptırılmamış olduğunun tespiti halinde işlem yapmayarak, sigortaya konu teşkil eden faaliyeti durdurmak idarenin 5684 sayılı Kanundan kaynaklanan görevidir. İdarenin bu konuda görevini ihmal ederek zorunlu sigortası bulunmayan bir araca taşıma izni vermesi durumunda, yaptırılması zorunlu olup da yaptırılmayan sigortanın geçerli olacağı bir yıllık süre içinde rizikonun gerçekleşmesi halinde meydana gelen zarardan sorumlu olacağı, zarar ile sorumluluğun bağlandığı hizmet kusuru arasında sebep-sonuç ilişkisi yani illiyet bağı bulunacağı açıktır. Ancak, söz konusu bir yıllık süreden sonraki tarihlerde araç sahiplerinin zorunlu sigortayı yeniletmemeleri veya hiç yetki belgesi almadan yasa dışı korsan taşımacılık faaliyetinde bulunmaları durumunda idarenin bu tür araçların faaliyetlerine ilişkin genel denetleme eksikliğinin uyuşmazlığa konu türden bir zararı doğurduğundan bahsedilemez. Zira araç sahibinin, araca ait yolcu taşımacılığı yapabileceğine ilişkin yetki belgesi bulunmadan ve mevzuat gereğince yaptırmakla mükellef olduğu Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortasını yaptırmadan aracını trafiğe çıkarmasında ağır kusuru bulunduğu, tarfik kazası sonucu uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini hususunda Borçlar Kanununun haksız fiillere ilişkin hükümlerine göre zarar görenlere karşı sorumlu bulunduğu ortada olup, idarenin her ne kadar trafiğe çıkan araçların yetki belgesinin ve zorunlu sigorta poliçesinin bulunup bulunmadığına ilişkin genel denetleme yükümlülüğü de bulunmakta ise de zararın meydana gelmesinde 3. kişi konumunda olan araç sahibinin fiilinin ağırlığı idarenin denetim eksikliğine ilişkin eylemini arka plana atarak nedensellik bağını kestiği sonucuna varılmaktadır. Aksi halde zararın, öncelikle idarenin denetim eksikliğinden doğduğunu söylemek mantık kurallarına aykırı olacaktır.

Bununla birlikte idarenin, trafikte seyreden milyonlarca aracı her an denetim altında tutması idareden beklenebilecek ve uygulanabilir bir kamu hizmeti olmadığı ve hayatın olağan akışına aykırı olduğu açıktır. Mevzuata uymayarak gerekli belgeleri almadan, sigorta poliçesini yaptırmadan ticari faaliyette bulunan araç sahiplerinin ağır kusurlarının, idarenin denetim sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle hukuki düzenin koruması altına alınması kabul edilemez. Dava dosyasının incelenmesinden; düzenlenen ve 06.04.2007 tarihinden itibaren 5 yıl süre ile geçerli olan ”Y” Türü Yetki Belgesi”nin düzenlenme aşamasında, aracın 2007 yılına ait Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortasının bulunmadığı, zorunlu sigortanın birer yıllık periyotlarda yaptırılmasının zorunlu olmasına rağmen, araç sahibinin 2008 ve 2009 yıllarında da bahse konu zorunlu sigortayı yaptırmadığı görülmüş olup, idarenin zorunlu sigortanın geçerli olacağı bir yıllık süre içinde rizikonun gerçekleşmesi halinde meydana gelen zarardan sorumluluğunun bulunduğu, bir yıllık sürenin geçmesinden sonra, 15.02.2009 tarihinde sigortasız aracın taşımacılık faaliyeti sırasında meydana gelen trafik kazası sonucunda oluşan zarar ile idarenin genel denetleme eksikliğinden kaynaklanan eylemi arasında uygun illiyet bağının bulunmaması karşısında, davanın reddi gerekirken, kabulü yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uygunluk görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesi’nin kararının BOZULMASINA, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine, 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12/09/2017 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası:2015/72
Karar Tarihi: 26.5.2016
Konu: Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 31. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan“…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresinin, Anayasa’nın 2. ve 128. maddelerine aykırılığı.

ÖZET: Kesimhanelerde, kesim öncesi ve sonrası muayeneler ile et parçalama işlemi yapılan yerlerde muayeneleri ve diğer resmî kontrolleri yapmanın, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli kamu hizmeti olduğu olduğundan, 5996 sayılı Kanun’un 31’inci maddesinin 8. fıkrasında yer alan muayeneleri ve diğer resmî kontrolleri yapmak üzere, “yetkilendirilmiş veteriner hekim” görevlendirileceğine ilişkin düzenlemenin Anayasa’nın 128. maddesine de aykırı olması.

KARAR: 11.6.2010 tarihli ve 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 31. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan “…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresinin, Anayasa’nın 2. ve 128. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline ve yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi talebidir.

Yetkilendirilmiş veteriner hekim çalıştırılması hizmet alımına ilişkin ihale işleminin iptali talebiyle açılan davada, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasını ciddi bulan Mahkeme, iptali için başvurmuştur.

Kanun’un itiraz konusu ibareyi de içeren 31. maddesi şöyledir:

“Resmî kontroller, itiraz hakkı ve resmî sertifikalar

(1) Resmî kontroller, uygun sıklıkta, tarafsız, şeffaf ve meslekî gizlilik ilkelerine uygun olarak risk esasına göre, ön bildirim gereken hâller dışında, önceden haber verilmeksizin gerçekleştirilir. Bu kontroller, izleme, gözetim, doğrulama, tetkik, denetim, numune alma ve analiz gibi uygulamaları da kapsar. Kontroller, Bakanlıkça kontrol yetkisi verilen personel tarafından gerçekleştirilir. Üretim, işleme ve dağıtım aşamalarında hangi meslek mensuplarının hangi resmî kontrollerden sorumlu olduğu Ek-2’de belirtilmiştir.

(2) Resmî kontrollerde, ilgili meslek alanlarında eğitim alan tekniker, teknisyen ve yardımcı sağlık personeli, kontrol yetkisi verilen personele yardımcı olmak üzere görev alabilir.

(3) Kontrol görevlisi, Bakanlık adına bu Kanun hükümleri doğrultusunda resmî kontrolleri yapmak, kontrol sonucuna göre, her türlü etkiden ve çıkar ilişkisinden uzak, tarafsız, objektif ve bağımsız olarak karar almak zorundadır. Kontrol görevlisi, bu Kanunla kendisine verilen yetkiler çerçevesinde, bu Kanunda öngörülen idarî yaptırımları uygulamaya yetkilidir. Kontrol görevlisi, bu Kanun kapsamındaki her yere kontrol amacıyla girebilir ve numune alabilir. Alınan numuneler için herhangi bir bedel ödenmez. İlgililer resmî kontroller sırasında gerekli olan her türlü yardım ve kolaylığı sağlamakla yükümlüdür.

(4) İlgililer, resmî kontrol ve denetim sonuçları hakkında, tebligat yapıldığı tarihten itibaren yedi gün içerisinde Bakanlığa itiraz etme hakkına sahiptir. Ürünün kalan raf ömrü yedi günden az olan gıdalar, mikrobiyolojik incelemeler ve ürün miktarının şahit numunenin analizinin yapılabilmesi için yetersiz olduğu durumlarda analiz sonucuna itiraz edilemez. İtirazdan kaynaklanan masraflar ilgililer tarafından karşılanır.

(5) Bu Kanun kapsamında öngörülen gıda kontrolü ile ilgili düzenlemeler, gıda ile temas eden madde ve malzemeler ile bu işle iştigal eden işyerleri için de uygulanır.

(6) Bakanlık, uygun gördüğü hâllerde yapılan kontroller sonucunda sahip olduğu bilgileri, kamuoyunun bilgisine sunabilir. Ancak, iç hukuk ve uluslararası hukuk ile güvence altına alınan, gizli soruşturma ve sürmekte olan adlî ve idarî işlemler, kişisel bilgiler, meslek sırları, gizli müzakereler, uluslararası ilişkiler ve ulusal savunma ile ilgili bilgiler kamuoyuna sunulamaz.

(7) Veteriner ve bitki sağlık sertifikaları ile Bakanlıkça belirlenen diğer sertifikalara ilişkin esaslar, iş ve işlemler ile sertifika modelleri Bakanlıkça belirlenir.

(8) Bakanlık, kesimhanelerde, kesim öncesi ve sonrası muayeneler ile et parçalama işlemi yapılan yerlerde muayeneleri ve diğer resmî kontrolleri yapmak üzere, resmî veteriner hekim veya yetkilendirilmiş veteriner hekim görevlendirir.

(9) Bakanlık, yıllık ve çok yıllık ulusal kontrol planlarını hazırlar, belirlenen canlı hayvan ve hayvansal ürünler ile diğer ürünlerde, katkı, kalıntı, bulaşan veya istenmeyen maddeler için izleme programları uygular ve her yılın sonunda kontrollere ilişkin yıllık rapor düzenler.

(10) Bakanlık, bu Kanun kapsamındaki kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler hariç olmak üzere, uygun göreceği görev ve yetkiler için kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, gerçek kişiler, özel hukuk tüzel kişileri, birlikler, kooperatifler, vakıf ve üniversiteler ile işbirliği yapabilir. Bunlardan, Bakanlıkça belirlenen şartlara sahip olanlara, bu görev ve yetkilerin tamamı veya bir kısmı tamamen veya kısmen devredebilir veya hizmet alımı yolu ile yerine getirebilir. Bakanlık, devir yaptığı kuruluşları denetler. Bakanlıkça yapılan denetim sonucunda devredilen görev ve yetkilerin yürütülmesinde yetersizlik veya eksikliğin tespiti hâlinde Bakanlık devri iptal eder veya eksikliklerin kısa bir süre içinde giderilmesini talep edebilir. Bakanlık, eksikliklerin giderilmemesi durumunda devredilen görev ve yetkileri iptal eder. Bu fıkranın uygulanmasından doğan tüm masraflar sorumlular tarafından üstlenilir.

(11) Bu maddenin uygulanması ile ilgili usul ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelik ile belirlenir.”

Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca, yapılan ilk inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma talebinin esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

Başvuru kararı ve ekleri, işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu kanun hükmü, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü: Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, bu Kanun’un, gıda, gıda ile temas eden madde ve malzeme ile yemlerin üretim, işleme ve dağıtımının tüm aşamalarını, bitki koruma ürünü ve veteriner tıbbî ürün kalıntıları ile diğer kalıntılar ve bulaşanların kontrollerini, salgın veya bulaşıcı hayvan hastalıkları, bitki ve bitkisel ürünlerdeki zararlı organizmalar ile mücadeleyi, çiftlik ve deney hayvanları ile ev ve süs hayvanlarının refahını, zootekni konularını, veteriner sağlık ve bitki koruma ürünlerini, veteriner ve bitki sağlığı hizmetlerini, canlı hayvan ve ürünlerin ülkeye giriş ve çıkış işlemlerini, bu konulara ilişkin resmî kontrolleri ve yaptırımları kapsadığı ifade edilmiştir.

Kanun’un 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (52) numaralı bendinde, bu Kanun’un uygulanmasında “resmi kontrol”ün, Kanun kapsamındaki faaliyetlerin Kanun hükümlerine uygunluğunun doğrulanması için, kontrol görevlilerinin, verilen yetki çerçevesinde gerçekleştirdikleri izleme, gözetim, denetim, muayene, karantina, numune alma, analiz ve benzeri kontrolleri ifade ettiği belirtilmiştir. 31. maddenin (1) numaralı fıkrasında ise resmi kontrollerin, uygun sıklıkta, tarafsız, şeffaf ve meslekî gizlilik ilkelerine uygun olarak risk esasına göre, ön bildirim gereken hâller dışında, önceden haber verilmeksizin Bakanlıkça kontrol yetkisi verilen personel tarafından gerçekleştirileceği, (3) numaralı fıkrasında da kontrol görevlisinin, Bakanlık adına Kanun hükümleri doğrultusunda resmî kontrolleri yapmak, kontrol sonucuna göre, her türlü etkiden ve çıkar ilişkisinden uzak, tarafsız, objektif ve bağımsız olarak karar almak zorunda olduğu ve Kanun’la kendisine verilen yetkiler çerçevesinde, Kanun’da öngörülen idarî yaptırımları uygulamaya yetkili olduğu düzenlenmiştir.

Kanun’un 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (81) numaralı bendinde, “yetkilendirilmiş veteriner hekim”, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nda görevli veteriner hekimler dışında, verilecek resmî görevleri yürütmek üzere Bakanlık tarafından yetki verilen veteriner hekim olarak tanımlanmıştır. 31. maddenin (8) numaralı fıkrasında da Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından kesimhanelerde, kesim öncesi ve sonrası muayeneler ile et parçalama işlemi yapılan yerlerde muayeneleri ve diğer resmî kontrolleri yapmak üzere, resmî veteriner hekim veya yetkilendirilmiş veteriner hekim görevlendirilmesi öngörülmüş olup fıkrada yer alan “…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresi itiraz konusu kuralı oluşturmaktadır.

Başvuru kararında özetle, itiraz konusu kuralda Bakanlık tarafından kesimhanelerde kesim öncesi ve sonrası muayeneler ile et parçalama işlemi yapılan yerlerde muayeneleri ve diğer resmi kontrolleri yapmak üzere yetkilendirilmiş veteriner hekim görevlendirilmesinin öngörülmesine karşın Kanun’da yetkilendirilmiş veteriner hekimlerin nasıl görevlendirileceğine ve yetkilendirileceğine ilişkin bir belirlilik bulunmadığı, gıda güvenilirliğinin denetlenmesinin halk sağlığı açısından büyük önem taşıdığı ve bir kısım idari tedbir ve yaptırımlar uygulamayı da içeren resmi kontrol görevinin idarenin kolluk faaliyeti içinde yer aldığı, dolayısıyla bu hizmetlerin genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli görevler kapsamında olduğu ve memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi gerektiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup bireyin, kanundan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar.

Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır.

Anayasa’nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, “Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür.” denilmektedir. Anayasa’nın 128. maddesi anlamında bir kamu hizmetinden söz edilebilmesi için; söz konusu hizmetin Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmeti olması, bu kamu hizmetinin “genel idare esasları”na göre yürütülmesi ve görevin “asli ve sürekli” nitelikte olması gerekmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin, … sayılı kararında belirtildiği üzere, “devletin kamu gücünün, emretme yetkisinin kullanılması, genel idare esaslarına göre yürütülecek hizmetlerin belirlenmesinde gözönünde bulundurulması gereken hususlardan”dır. İdari tedbir ve yaptırım uygulama gibi icrai işlemler Devletin emretme yetkisinin kullanılması kapsamında olup genel idare esaslarına göre memurlar veya diğer kamu görevlileri tarafından yürütülmesi gereken asli ve sürekli görevlerdendir.

Gıda güvenliğinin sağlanması çerçevesinde kesimhanelerde ve et parçalama işlemi yapılan yerlerde gerçekleştirilecek muayene, kontrol ve denetim hizmetlerinin, “idari kolluk” faaliyetleri kapsamında Devletin görevleri arasında yer aldığı ve kamu hizmeti niteliği taşıdığı kuşkusuzdur. Bununla beraber, bu kapsamdaki hizmetlerin, asli yetki ve sorumluluk ile idari yaptırım uygulama yetkisi idarede kalmak üzere özel kişilerce yerine getirilmesinin öngörülmesi; bu hizmetlerin özel kişilere nasıl gördürüleceğinin, bu hizmetlerin kapsamının, denetiminin ve bu hizmeti görecek olanların sorumluluğunun açık ve kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanunla düzenlenmesi koşuluyla kanun koyucunun takdir yetkisindedir.

İtiraz konusu kuralda, kesimhanelerde kesim öncesi ve sonrası muayeneler ile et parçalama işlemi yapılan yerlerde muayeneleri ve diğer resmi kontrolleri gerçekleştirmek üzere yetkilendirilmiş veteriner hekim görevlendirilebileceği öngörülmüştür.

Resmi kontrollerin kapsamı ve kontrol esasları da, Kanun’un 31. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiş, maddenin (10) numaralı fıkrasında da Bakanlığın bu Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerini işbirliği, yetki devri ve hizmet alımı yoluyla yerine getirebileceği belirtilmiştir. Buna göre Bakanlık, Kanun kapsamındaki kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler hariç olmak üzere, uygun göreceği görev ve yetkiler için kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, gerçek kişiler, özel hukuk tüzel kişileri, birlikler, kooperatifler, vakıf ve üniversiteler ile işbirliği yapabilecek; bunlardan, Bakanlıkça belirlenen şartlara sahip olanlara, bu görev ve yetkilerin tamamı veya bir kısmını tamamen veya kısmen devredebilecek veya hizmet alımı yolu ile yerine getirebilecektir.

Yetkilendirilmiş veteriner hekimlerin kontrol görevlisi kapsamında değerlendirilebilecekleri açık olmakla birlikte, görevlendirme usul ve esaslarına ilişkin özel bir düzenleme bulunmadığından sahip oldukları yetkiler konusunda bir belirlilik bulunmamaktadır. Bu bağlamda, itiraz konusu kuralın ve kuralın yer aldığı maddenin bir bütün olarak incelenmesinden, yetkilendirilmiş veteriner hekimlerin Kanun’un 31. maddesinin (10) numaralı fıkrası kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği belirli olmayıp, Devletin temel görevlerinden biri olan gıda güvenliğinin sağlanması çerçevesinde yetkilendirilmiş veteriner hekimlere gördürülecek denetim ve kontrol hizmetlerinin kapsamının ve sınırlarının belirsiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kural, belirlilik ilkesini ihlal etmekte ve bu belirsizlik itiraz konusu kuralın Anayasa’nın 128. maddesi yönünden incelenmesini olanaksız kılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.

Başvuru kararında, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ya da olanaksız zararlar doğacağı belirtilerek yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi talep edilmektedir.

11.6.2010 tarihli ve 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 31. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan “…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresine yönelik iptal hükmünün yürürlüğe girmesinin ertelenmesi nedeniyle bu ibareye ilişkin yürürlüğün durdurulması talebinin REDDİNE, 26.5.2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez” denilmekte, 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanarak, Mahkemenin gerekli gördüğü hâllerde, Resmî Gazete’de yayımlandığı günden başlayarak iptal kararının yürürlüğe gireceği tarihi, bir yılı geçmemek üzere ayrıca kararlaştırabileceği belirtilmektedir.

11.6.2010 tarihli ve 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 31. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan “…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edecek nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür.

11.6.2010 tarihli ve 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 31. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer alan “…veya yetkilendirilmiş veteriner hekim…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, iptal hükmünün, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince, KARARIN RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, 26.5.2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

Comments are closed.